Kişi doğduğu andan hatta anne karnından bu yana benliğiyle ilgili bir ‘kendilik algısı’ oluşturma eğilimdedir. Bu insanın doğasında olan bir eğilim aslında: bir şeylere anlam bulma, anlam arama çabası. Bu çabayı doyuran ve besleyen mekanizma ise çocukluk döneminde karşılaştığımız - maruz kaldığımız durumlar. Anne baba tutumları burada büyük rol taşıyor. Ebeveynliğin genel geçer çerçevesini belirlemek zor, hatta imkansız. Doğru olan nedirin sınırı yok fakat yanlış olan davranışların çerçevesi daha net. Çocukların duygusal ihtiyaçlarının onları örseleyici bir şekilde karşılanmaması, ihmal, istismar… Bu gibi durumlar çocuklar üzerinde elbette ki bazı hasarlara yol açabiliyor.
Anne baba, çocuğun duygusal ihtiyaçlarını görüyor ve onları empatik bir biçimde karşılıyor ise çocuğun kendiyle ilgili algısı “ben değerliyim, yeterliyim, sevilen biriyim” şeklinde oluyorken; çocuğun ihtiyaçlarına kayıtsız kalıyor veya onu örseleyici bir biçimde davranışlar gösteriyorsa çocuk bu kez “ben değersizim, yetersizim, sevilmiyorum” şeklinde bir algı geliştiriyor.
Günümüz sosyal medyası ise işte tam da bu kendilik algısına tampon görevi üslenmiş oluyor. Başkalarını izliyor, merak ediyor, nasıl bir hayat yaşadığına kayıtsız kalamıyoruz. Yetersizlik ve değersizlik algımız güçlendikçe diğerleri yönelimlilik gibi bir ‘şema’ geliştiriyoruz. Bu şema bize “diğerleri gibi olursam toplumda değer görürüm”; “eğer insanların ilgilerini çekersem, sevilebilirim” gibi bir neden sonuç kuralı geliştirdiğimizi açıklıyor. Enteresan şudur ki , ihtiyaç eksikliği duyduğunuz şeyleri elde etmeye giriştiğimiz bu tarz yollar “değersizlik”, “sevilmeme”, “yetersizlik” gibi inançlarımızı daha da güçlendiriyor.
Bu işleyişi bir metaforla anlatmak belki daha net anlamamıza yardımcı olabilir. Karaciğerde ortada çıkan bir kanser hücresi düşünelim. Erken evrede farkettiğimizde metastaz yapmasını önlemiş oluruz ve sağlığımıza kavuşmamız kolaylaşır. Ancak hastalığı farketmediğimizde metastaz kaçınılmazdır. Kanser, sağlıklı olan tüm organları da etkiler. Burda bahsettiğimiz yetersizlik, değersizlik gibi düşünceleri, tedavisi yapılmamış ve metastaz yapmış bir kanser hücresine benzetmek gerekir. Düşünce; kendilik, diğerleri ve gelecek algılarına sıçramalar yapar. Yani “ben değersizimle” başlar; “diğerleri bana değer vermiyor” ile devam eder; “gelecekte de değer görmeyeceğim” gibi düşünce metastazlarına neden olur.
Peki burda metastazları nasıl önleriz? Yani sosyal medya zehirlenmesi dediğimiz durumun bizdeki olumsuz sonuçlarının önüne nasıl geçebiliriz? İlk adım ‘farkındalık’. Kendimize sorular soruyor olmamız gerekiyor: “Sosyal medyadan uzak kaldığımda ne hissediyorum?” “Hayatımın başka hangi önemli noktasında bu duyguyu hissediyorum?” İnsanların benimle ilgili ne düşündüğü benim hangi ihtiyacımı karşılıyor?” gibi sorularla başlamak yerinde bir başlangıç olabilir. Toplumsal olarak çoğu davranışlarımızın altında hangi duyguların yattığını ne yazık ki sorgulamıyoruz. Bu biraz yüzleşmeye hazır olmamakla da yakından ilişkili. Kendine bu kritik soruları sormak, yüzleşmek için bir adım ve başlangıç niteliği taşıyor.
Bilinçli bir sosyal medya kullanıcısı olup olmadığınızı sosyal medyaya gün içerisinde ne kadar vakit ayırdığınızı tespit ederek fark edebilirsiniz. Eğer gün içerisinde vaktinizin büyük bir kısmını buna ayırıyorsanız sosyal medya kullanımı içsel duygularınızı telafi etme görevi sağlıyor olabilir. Önce bu duygularınızı telafi etmek gibi kaçınma mekanizması göstermek yerine, daha sağlıklı bir yol olan yüzleşme sürecine başlamanız oldukça önemli. Sonrası artık yerini daha sağlıklı bir kullanıma kendiliğinden bırakıyor. Daha amaca yönelik ve dengeli :)
Uzm. Klinik Psikolog Cansu Batman Kavak